Osmanlı Geleneğinde Dinî Musiki Üstüne Birkaç Not

İslam ilahiyatında musikinin yeri sorunu geniş kapsamlı incelemeler gerektiren bir konudur. İslam dininde musikinin yerini bir iki makaleyle özetlemek mümkün değil. Klasik kaynaklardaki görüşler çelişiktir. Geleneklerde, musiki icra etme ve dinlemenin dince caiz olup olmadığı konusunda tereddütler vardır.

Osmanlı musikisinin üç kurumu vardır: saray, tekkeler, musiki meclisleri. Saray, resmî kurumdur. Musiki meclisleri Osmanlı dünyasının seçkinlerine özgü bir ortamdı. Tekkeler ise, halkın çok geniş bir kesimi üzerinde etkili olan çok büyük bir kurumdu.

Nasıl kazanmışlardı tekke çevreleri bu gücü? Tekkeler sadece şehre, yani payitaht İstanbul’a değil, imparatorluğun üç kıtasına yayılmıştı. İmparatorluk sınırları şehirlerin pek çoğunda tekkeler vardı. Belli başlı şehirlerin, hatta kasabaların her birinde en az beş-altı tekke bulunabiliyordu. Prof. Süheyl Ünver, onaltıncı yüzyıldan tekkelerin kapatıldığı 1925 yılına kadar 100 şehir ve kasabada Mevlevihane kurulmuş olduğunu tespit etmiştir. (Bkz. Süheyl Ünver, “Osmanlı İmparatorluğu Mevlevîhaneleri ve Son Şeyhleri”, Mevlâna Güldestesi, Konya Turizm Derneği Yayınları, Konya, 1964) Ünver’in listesinde bulunmayan Atina, Limni, Sofya ve daha başka şehirlerdeki Mevlevihanelerle bu sayı daha da artar. Mevlevihanelere, ayin ve zikirleri musiki eşliğinde düzenleyen öteki tarikatleri ekleyelim, sayıları başlı başına bir araştırma konusu olabilecek bir sayı orta ya çıkar. Sonuç olarak, Osmanlı musikisinin yayılması ve kuşaktan kuşağa aktarılmasında tarihî bir rol oynamışlardır.

Hemen hemen bütün tekkeler ayin ve zikirlerinde musiki kullanmışlardır. Dinî musikiyi yaratanlar doğrudan doğruya tekkelerin çevresindeki musikişinaslardır. Zamanla dinî musikinin dağarı genişlemiş, tekke ve cami üslupları ortaya çıkmıştır. Bugün “cami musikisi” diye anılan musiki de tekkelerin eseridir. Osmanlı musikisinin ayırt edici yönlerinden biri de geniş bir dinî musiki dağarı olmasıdır. Şunu da söylemekte tereddüt etmem: İslam dünyasındaki hiçbir ülkede Osmanlı dinî musikisiyle kıyaslanabilecek zenginlikte bir dinî dağar yoktur.

Tekkeler, musikişinasların buluşma yerleriydi. Şehrin musiki adamları musiki dinlemek için tekkelere gelir, görüş alışverişinde bulunurlardı. Tekkelere bir şeyler öğrenmek isteyen genç musikiciler de uğrarlar, kendilerini üstatlara tanıtma imkânı bulurlardı. Gayrimüslim cemaatlerin musikicileri bile tekkelere gidip ayinleri dinlerlerdi. Tekkelere hiç uğramamış bir Osmanlı musikicisi olduğu tasavvur bile edilemez. Osmanlı musikicilerinin büyük bir çoğunluğunun saraydan değil, tekkelerden yetiştiğini belirtmek gerekir.

Onsekizinci yüzyılın sonları ile ondokuzuncu yüzyılın başlarında İstanbul ve İzmir’de yaşayan, vatandaşımız Antoine Murat’ın şu satırları tekkelerin rolü konusunda birinci elden bir gözlem niteliğindedir:

Mukabele günlerinde musikiseverler ile musikiciler Mevlevihanelere gelirlerdi. Bu günler bir çeşit musiki toplantısına dönüşürdü. Yeni besteler eleştirel bir gözle ele alınır, bestecisine ya övgüler düzülür ya da bestesi hatalı ise o beste eleştirilir, bestecisine öğüt verilirdi. O arada eski peşrevler çalınır, üzerinde yeniden tartışılır, sonunda aynı görüş üzerinde birleşilmeye çalışılırdı. Bu konserler bir çeşit yarışmaydı (…) Mevlevihaneler hem bir dinî merkez, hem de bir musiki derneği gibiydi. Zaten hiçbir musikici Mevlevihanelere devam etmeden, oraya gelen musikicilerle tanışmadan, onlar tarafından sıkı bir şekilde imtihan edilmeden adını duyuramazdı. (AntoineMurat-Ritter von Adelburg, “Einiges über die Musik der Orientalen, insonderheit über das domini-rende persisch-türkische Tonsystem”, Aesthetische Rundschau, no. 10, s. 74)

Demek ki, Osmanlı geleneğinde dinî musiki ile din dışı musiki birbirinden kesin biçimde ayrılmazdı. Hemen hemen bütün İstanbul tekkelerinin ayin ve zikirleri musiki eşliğinde yürütülürdü. Basit anlamda zikri aşıp musikiyi bir zikir olarak işleyen Mevlevilerde ise, musiki bir bütün olarak görülürdü. Şöyle söylenmeli: Mevleviler musikinin kendisini ibadet saydıkları için, musikiyi dinî-din dışı diye ikiye ayırmazlar dı. İşte bu Mevlevi görüşünün Osmanlı musiki dünyasına hâkim olduğunu söylemeliyiz. Bazı olguların altını çizelim burada… Musiki bilgileri öğrenmeye başlayan gençler her iki musikiyi birlikte öğrenirlerdi. Osmanlı musikisinin ilk döneminin örneklerini veren Ali Ufkî’nin hazırladığı Mecmua-i Saz ü Söz derlemesinde dinî musiki ile din dışı musikisinin örnekleri bir arada toplanmıştır. Bestekârların ürünlerine bakalım; her iki musikinin de bestecileri ile icracılarının çoğu aynı kimselerdi. Sadece dinî eserler verenler çok çok azdır; bunu da bugünkü bilgilerimize göre söylüyorum, onlar da muhtemelen, zamanımıza ulaşmamış bile olsa din dışı eserler bestelemiş olabilirler. Birkaç örnek verelim. Osmanlı musiki geleneğinin kurucularından biri olan, onyedinci yüzyıl bestekârı Hafız Post, hem dinî, hem din dışı eserler bestelemiştir. Dinî musikide en çok eser veren, gene aynı yüzyılın bestekârlarından Ali Şir ü Gani de din dışı eserler vermiştir. Dinî musikinin kurucularından Itrî ile büyük bestekâr Dede Efendi musikiye dinî musiki ile başlamışlardı; her ikisi de Mevleviydi. Ondokuzuncu yüzyılın değerli bestekârlarından Haşim Bey hem Mevlevi, hem Bektaşiydi. Musiki konularında kitap yazmış hemen hemen bütün musikicilerin tekke mensubuydu.

Hanendeler, hafızlık geleneği içinde yetişirler, yani Kur’an’ı hıfz ederek musikiye başlarlardı. Bunların da önemli bir bölümü hem müezzin, hatip, mevlithan; hem de fasıl hanendesiydi. Yakın bir geçmişe gelirsek, Hafız Osman, Hafız Sami, Hafız Sadettin Kaynak, Hafız Kemal, Hafız Yaşar, Hafız Burhan, Kani Karaca gibi dinî musiki icracılarının din dışı musikiyle de faal bir biçimde uğraştıklarını biliyoruz.

1925’te tekkelerin kapatılmasıyla, musikinin bu iki kolu arasındaki yakın bağ koptu. Dinî musiki ile din dışı musiki ilk kez birbirinden ayrıldı. Bu yüzden, yeni yetişen musikiciler ister istemez bu yeni musiki dünyasının içine doğdular. Dinî eserleri doğrudan doğruya kendi gayreti ile öğrenen birkaç müstesna icracı bir kenara bırakılırsa, her iki musikiyi de bilenleri göremeyiz. Bu dönemde; dinî musikiyi bilen ve öğretmeye çalışanlar ise yetişme çağlarını daha önce tamamlamış kimselerdi. 1961’de ölen Sadettin Kaynak ile 1980’de ölen Sadettin Heper bu geleneğin son temsilcileridir. Onlardan sonra, 2004’te ölen, bir tek Kani Karaca vardır eski geleneği yaşatan.

1952 yılında, Konya’da düzenlenen Mevlana’yı anma haftasında bir ayin-i şerif okunmasıyla dinî musiki ilk defa halk önünde icra edildi. Camilerde okunan mevlitlerin radyolardan yayımlanması da birkaç yıl sonra başlamıştır. Daha önce radyolarda dinî musiki yayınlarına izin verilmiyordu. (İstanbul radyosunun bazı programlarında Mevleviayinlerinden bölümler, tevşihler, ilahiler saz eseri gibi, sözsüz olarak, peşrev ve saz semaileri arasına sıkıştırılıyordu. Neyzen Süleyman Erguner (1902-1953) yönetimindeki “Neylerle Saz Eserleri” programları bunlardan ilk akla gelenidir. Bu takımın bir programında Itrî’nin segâh ayin-i şerifinden alınmışbir parçanın çalınması üzerine, İstanbul valiliğinin durumu fark edip radyo yönetimini telefonla arayıpuyardığı ve yasağı hatırlattığı yolunda gözlemler ve anılar vardır) 1950’li yıllarda Münir Nurettin Selçuk yönetimindeki İstanbul Belediye Konservatuvarı İcra Heyeti de Mevlana haftaları ile ramazan ayında verdiği konserlerde dinî musikiye zaman zaman yer verdi. 1976’da kurulan İstanbul Devlet Korosu da bu geleneği günümüze kadar sürdürdü, her Mevlana haftasında bir ayin-i şerif seslendirdi. 1980’den sonra dinî musikinin, ayinden ilahiye kadar pek çok örneği konserlerde halka sunuldu. Sadece dinî eserlerin icra edildiği konserler bile verildi. Bu arada İstanbul ve Ankara radyoları ile devlet televizyonunda “tasavvuf musikisi” koroları kuruldu.

“Tasavvuf musikisi”, işte bu yeni dönemin yeni terimidir. Alışılmış, yerleşik terim “tekke” musikisidir (yahut doğrudan doğruya “dinî musiki”). Örneğin, dinî musiki hakkında en geniş kapsamlı eseri yazmış olan Sadettin Nüzhet Ergun “tekke musikisi” terimini kullanmıştır. (Bkz. Sadettin Nüzhet Ergun, Türk musikisi Antolojisi, II. cilt, Rıza Köşkün Matbaası, Istanbul, 1943, s. 403)

Dinî musiki artık yaygın bir konser ve radyo-televizyon musikisi olmuştu böylece. Dinî musiki konserlerinin iyice artması birbirine bağlı, çelişik gibi görünebilecek iki şeyi açığa çıkardı. Birincisi, başta Mevlevi ayinleri olmak üzere dinî beste şekillerindeki eserlerin ayin ve zikir amaçları dışında, doğrudan doğruya birer musiki eseri olarak seslendirilmesi o eserlerin taşıdığı musiki değerlerinin, sanat değerlerinin geçmişte olduğundan çok daha iyi fark edilmesini sağladı. Oysa aynı eserlerin geçmişte, kendi dinî ortamı ve tarihî zemininde, ayin, zikir ve ibadet işlevlerini yerine getirmek amacıyla okunması dinî musikinin sanat değerinden çok, işlevsel yönünü öne çıkarıyordu. Dinî musiki konserlerinin gösterdiği ikinci şey, aynı olgunun tersyüzüdür: Dinî musiki asıl işlevinden soyutlanınca ruhani anlamından uzaklaşıyor, ruhani amacından yoksun kalınca da ister istemez etkisinden çok şey kaybediyordu.

Geçmişte bir Mevlevi ayini yahut bir naat, durak, tevşih besteleyen musikişinasların amacı belliydi. Bestelenen yeni ayin-i şerif için Mevlevihanede mukabele düzenlenecek, tevşihler, ilahiler dinî törenlerdeki işlevlerine uygun olarak okunacaktı. Oysa bugün bu tür eserlerin hedef kitlesi yok. Buna karşılık, bu beste şekillerinde eser besteleyen pek çok bestekâr var. Yirminci yüzyılda, tekkelerin kapatılmasından sonra bestelenen (dolayısıyla “mukabelesiz” kalan) Mevlevi ayinlerinin sayısı Osmanlı döneminde bestelenen ayinlerinin toplamını geçmiştir. Bu tür eserlerin niçin bestelendiği, incelenmesi gereken önemli bir konudur bugün. Sadece musiki yönünden değil, sosyoloji yönünden de önemlidir bu. Mevlevi sema törenlerinin bir sahne gösterisine dönüştürülmesinin (gösteri bitince de alkışlanmasının) bugünün dünyasında ne ifade ettiği, apayrı bir incelemeyi hak eden bir konu. Ama günümüzde dinî musiki ile uğraşanlara düşen bir görev var. Bana kalırsa, dinî musiki ile uğraşanların asıl gayreti, Osmanlı dönemi dinî musiki dağarının tamamını ortaya çıkarmak ve icra etmek yönünde olmalıdır. Hiç okunmamış Mevlevi ayinleri, naatler, duraklar, tevşihler, nefesler vardır. Musiki araştırmacılarına da düşen bir görev olmalı: dinî musikinin şimdiye kadar incelenmemiş yahut iyi incelenmemiş yönlerine eğilmek…

Dr. Bülent Aksoy
Boğaziçi Üniv. Mütercim-Tercümanlık
Kaynak: Diyanet Aylık Dergi Mayıs Eki 2009

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.