Buhûrîzâde Mustafa Itrî Efendi

Önceki Sayfaya Dön

Mustafa Itrî Efendi, İstanbul’un Mevlânâkapısı civarında, o zamanki adı ile “Yapılan”, bugün Yayla ya da Yaylak denen semtte doğdu. Ailesi ve hayatı hakkında elimizde sınırlı bilgi var. Bu bilgiler, Şeyhülislâm Esad Efendi’nin Atrabü’l-Âsar’ı ile bazı şairler tezkerelerinde bulunan bilgilere ve kulaktan ku­lağa gelen bir takım söylentilere dayanır. Elde bulunan bütün kaynaklar, doğum tarihinin 1630 ile 1640 yılları arasında olabileceği noktasında birleşir. Buhûrî-zâde’nin asıl adı Mustafa, Itrî ise mahlasıdır. “Buhûri”nin güzel kokularla münasebetinden dolayı, yine güzel koku ile nisbeti olan Itrî mahlasını almıştır. Buhûrî-zâde’liğinin nereden geldiği kesin olarak bilinmemekle birlikte, babasının veya dedelerinden birinin İstanbul’un büyük camilerinden birinde “Buhurca” olduğu düşünülebilir; çünkü, bu camilerdeki imam, müezzin, kayyum gibi vazifelilerin yanı sıra bir de buhurculuk işleriyle uğraşanlar bulunurdu.

Mûsikî sanatında dehâ mertebesindeki ustalığı, hat sanatı ile Divan şiirine, Arapça ve Farsça’ya derin vukufundan dolayı çok iyi bir öğrenim gördüğü anlaşılıyor.

Zamanına göre iyi bir öğrenim görmüştür. Ustalarından birinin Hâfız Post olduğuna kesin gözüyle bakılır. Nasrullah Vâkıf Halhalî, Kasımpaşalı Koca Osman Efendi, Derviş Ömer Efendi gibi 17 yy. bestecilerinden de yararlandığı sanılmaktadır. Çağının kaynakları, onun Mevlevi olduğunda birleşirler. Mevlevi tekkelerinde okunmak üzere bir ayin ile bir naat bestelemiş olması da, bunun bir kanıtıdır. Söylentilere göre, Yenikapı Mevlevihanesi’nin o zamanki şeyhi Câmî Ahmed Dede’ye (?-1671) kapılanmış, müzik sevgisiyle Mevlevi olmuştur.

Ünü Sultan IV. Mehmed (Avcı Mehmed) döneminde parlamağa başladı. O çağ Türk Mûsikîsi’nin ünlü ustalarının yetişmiş olduğu ve mûsikîmizin zirveye tırmandığı yıllardı.

Itrî’ye çok değer veren bu padişah kendisini sık sık saraya davet eder, bestelerini bizzat kendi sesinden dinler ve takdir ederdi. En yakın dostu ise Kırım Hanlarından Selim Giray Han idi. Selim Giray Han boş zamanlarını Çatalca civarındaki Kadı Çiftliğinde geçirir, burada Itrî, Hafız Post, Yahya Nazîm Çelebi, Seyyid Nuh, Tanburî Mehmed, Santurî Ali (Ali Ufkî Bey), Kemanî Hüseyin gibi ünlü sazende ve hanendeleri ve o zamanın ünlü şair ve edebiyatçıları ile sohbet eder, mûsikî dinlerdi. Bunun için Itrî, bu sanatsever devlet adamından her zaman yardım ve ilgi gördü. Bu büyük sanatkâr IV. Mehmed, III. Süleyman, II. Ahmed, II. Mustafa, III. Ahmed olmak üzere beş padişah dönemini yaşadı; yaşadığı sürece saygı gördü. Sultan IV. Mehmed dö­neminde geçimini sağlamak üzere, 1694 yılında “Esirciler Kedhüdası” oldu. Şeyhi bu olayı şu satırlarla anlatıyor: “… Ilm-i Edvâr’da mahir ve fenn-i mûsikîde akranı nadir olmağın merhum Han-ı Gazi Hazretlerinin meclis-i hümâyûnlarına dahil ve bînihaye-i ihsan ü âtuya nail olduğundan maada kendi arz-ı hâli mucibince bâhatt-ı humayûn-i saadet akrûn ber vech-i teyid esirciler kedhüdası unvanına ifâ buyurmuşlardır..”

Itrî uzun yıllar Enderun’da müzik öğretmenliği ve hanendelik ettikten sonra, elli yaşına doğru emekli olarak saraydan ayrıldı. Ancak, müzikteki ünü Lale Devri’nde daha da artarak sürdü. Meyvecilikle çiçekçiliğe meraklı olduğu, kendi adıyla anılan İstanbul’un ünlü Mustabey armudunu ilk kez onun yetiştirdiği de söylenir. Itırdan gelen Itrî mahlası da, çiçek merakına bağlanır.

Itrî dinsel müziğe yepyeni bir hava getirmiştir. Dinsel yapıtları, cami ve tekke müziği örnekleri olarak ikiye ayrılır. Teravih namazı sırasında makam değiştirme kuralı ile, camilerde müezzinlerin uyguladıkları çeşitli kuralların Itrî tarafından konulduğu söylenir. Bayram namazlarında okunan Segâh Kurban Bayramı Tekbiri, kutsal emanetlerin ziyareti sırasında okunan Segâh Sal-ât-ı Ümmiye, Mâye Cuma Salâtı, Dilkeşhâveran Gece Salâtı, üç yüz yıldır etkilerinden bir şey yitirmemiş yapıtlardır. Özellikle ilk ikisi çok kısa birer cümle içinde yarattıkları etkinin yoğunluğu bakımından Türk müziğinde benzersiz bir sanat gücü taşırlar.

Mevlevihanelerde, sema törenlerinde, ayinden önce okunan, Rast Naat-ı Peygamber, Itrî’nin Mevlevi müziğine en kalıcı katkısıdır. Güftesi Mevlânâ’nın bir şiirinden alınan yapıtta, güfte ile beste yetkin bir biçimde bütünleştirilmiştir. Bu naatın, bestelenmesinden sonra Mevlevihanelerdeki her sema töreninde okunması bir gelenek haline gelmiştir. Segâh Ayin’i ise, bu türün ilk güçlü örneklerinden biridir.

Günümüze ulaşan yapıtlarının çoğunda mistik bir hava vardır. Bu yönü bir ölçüde, Mevlevi olmasına bağlanabilir. Seçtiği formlar için en uygun anlatımı bulan Itrî, cami müziği olarak bestelediklerinde, derin bir dindarlık duygusunu, Mevlevi müziği yapıtlarında, tasavuffi bir içe dönüş heyecanını dile getirmiş, din dışı yapıtlarında ise, yoğun müzik cümleleri arasında beliren düşünceli ve düşündürücü bir tavrı benimsemiştir.

Sanatı değerlendirilirken, üslubunun niteliği ile yapıtlarındaki teknik özellikler birbirine bağlı iki düzey olarak ortaya çıkar. Itrî’nin müziği 17. yy’da henüz oluşum aşamaları içindeki bir müzik üslubunda “klasik” diye nitelendirilebilecek özellikler taşır. Kişisel duygu ve düşüncelerini dile getirmediği, bütünüyle kendine özgü, kişilikli bir anlatım yaratabilmiştir. Müziğinin dengeli, oturmuş bir yapısı vardır; yapıtlarının en dokunaklı bölümlerinde bile, duygusallıktan, abartamadan, gereksiz süslemelerden kaçınmıştır, cümleleri açık seçik ve berraktır.

Yapıtlarının ezgi yapısındaki özellikler ise, sanatının ancak teknik bir inceleme çerçevesinde değerlendirilebilecek başka bir yönüdür. Hiçbir bestesinde alışılmış ezgi örneklerine rastlanmaz. Belli bir makamdaki yapıtı, başka bir bestecinin aynı makamdan bir yapıtıyla karşılaştırıldığında, o makamı çok farklı buluşlar, taklit edilmeyen, benzersiz deyişlerle işlediği görülür. Bir makama bağlı müzik cümlelerini sadece komşu perdelerden yararlanarak geliştirme kolaycılığından kaçınmış, en uzak perdelere dek uzanarak, zor olanı gerçekleştirmeyi yeğlemiştir.

Böylece ezgilerini dar bir ses alanı içinde kalmaktan kurtarmıştır. Onun müziği bu bakımdan makam ve geçki zenginliği taşır. Bu zenginlik, kullandığı usuller için de geçerlidir. Notasıyla günümüze ulaşamamış parçalarının güfteleri ile usullerini veren eski kaynaklarda, çok ender kullanılmış usullerde bile yapıt bestelediği görülmüştür.

Itrî, Şeyhülislam Esad Efendi’nin belirttiğine göre, bini aşkın beste yapmış olan çok verimli bir bestecidir. Bunların büyük bir çoğunluğu unutulmuş ya da kaybolmuştur; bugün ancak kırk dolayında yapıtı bilinmektedir. Günümüze kalan pek az yapıtıyla bile bugün de Klasik Türk müziğinin en başta gelen birkaç ustasından biri kabul edilmesi, sanatında ki olağanüstü özelliklerin bir sonucudur.

Mustafa Itrî Efendi’nin ölüm tarihî Şeyhülislâm Esad Efendi ve Mustakîm-zâde Sadeddin Efendi’ye göre 1712, Şeyhî ve Salim’e göre 1711 dir. Mûsikî tarihi araştırmacılarına göre 1711 yılı daha uygun sayılıyor. Yenikapı Mevlevihânesi dışına defnedilmişse de, daha sonra yapı­lan araştırmalara rağmen mezartaşı bulunamamıştır. “… Seksen yıla yaklaşan bir hayatın son senesi üzerine kapanan sahife şu mısralarla biter:

Buhûrî-zâde-yi bûyâ-i bezm-i adn ide Allah”
(H. 1124)

HATTATLIĞI

Türk güzel sanatlarının hemen hemen hepsinde hüner sahibi olan Itrî, Taliyk türü yazıda usta bir hattattı. Yazı derslerini, aynı zamanda iyi bir Divan şairi olan, Siyahî Ahmed Efendi’den meşk etti. Bu konuda Hafız Post Mecmuası’na yazmış olduğu yazılardan fikir edinilebiliyor. Başka bir yazı örneği günümüze gelmemiş­tir. Mustakîm-zâde yazı sanatımızda “Hattat-ı Fahir” olduğunu söyler.

İCRAKÂRLIĞI

Esad Efendi ünlü eserinde Itrî’nin sesinin güzel olmadığından söz eder. Oysa şair “Safai i/e Salim, padi­şahın huzurunda Itrî’nin bulunduğu mûsikî meclislerinde diğer hanendelere ağız açtırmayacak kadar güzel sesli olduğunu söyler ki, yaşadığı devirde yalnız bestekârlıkla değil iyi bir hanende olarak da sevilen, takdir edilen Itrî’nin Esad Efendi’nin dediği gibi kötü sesli olduğu kabul edilemez.” Sadeddin Nüzhet Ergun’un çok yerinde değindiği gibi, Esad Efendi Itrî’yi çok yaşlılığında tanımış ve sesini dinlemiş, belki de bu kanı­ya bu yüzden sahip olmuştur. Hanendelikten başka ney çaldığı ileri sürülmüşse de, elde kesin bir kanıt yoktur. Peşrev ve saz semaisi gibi saz eserleri bestelemesi bu söylentileri güçlendirecek niteliktedir.

BESTEKÂRLIĞI

Itrî, Türk Mûsikîsi içinde yetişmiş en kudretli bestekârların başında gelir. Klâsik mûsikîmiz onun kişiliğinde doruk noktasına ulaşmıştır. Merâgalı Hoca Abdülkâdir’le şekillenen formlar onun dâhiyane buluşları ile erişil­mesi güç bîr kalıba dökülmüş, yüzyıllar boyunca kendisinden sonra gelen büyük bestekârların hemen hemen hepsini etkilemiştir. Makamlarımızın seyir ve karakterine vukufu, eşsiz ritm anlayışı ve form bilgisi, melodik cümle yapısı içinde uygulamış olduğu modülasyon tekniği gibi özellikleriyle bulunduğu yüceliğe hakkiyle ulaşmıştır.

Elimizde sayılı örneği bulunan bu eserlerin analizinden dinî ve dindışı eserlerinde, her iki mûsikî türünün sanat anlayışında bir bütünlük, fakat duyuş ve anlayış açısından dinî heyecanla dindışı duyguları birbirine karıştırmadığı dikkati çeker, ilâhi bir vecd içinde mistik ilhamları melodilerle süslerken, aşıkane söylenmiş şiir­lere yine aşıkane duyguların seslerle örülmüş mûsikî cümlelerini ustaca giydirir. Bu dönemin sanat anlayışına göre bestelemiş olduğu en ağır, en tantanalı eserlerinin yanı sıra, bizzat kendi şairane tabiatından kaynak­lanan, hece vezni İle söylemiş olduğu bir şiirine yaptığı bir şarkı ile bu beste formunun ilk örneklerinden birini vermiştir.

Hakkında bilgi veren bütün kaynakların bildirdiğine göre Itrî, bin kadar eser bestelemiş, notasızlık ne­deni ile bunlardan pek azı günümüze gelebilmiştir. Çok az da olsa her biri birer sanat abidesi olan bu eser­ler, her zaman için bu özelliği koruyacak ve bu sanatı bilenlerin hayranlığını sonsuzluğa kadar çekecektir.

Eserlerine güfte olarak Fuzulî, Nev’î, Şehrî, Nabî ve yakın arkadaşı olan Nazîm’in, bazılarında da ken­di şiirlerini kullanmıştır. Dinî mûsikîmizin âyin, na’t, tevşih, durak, ilâhi, salât, tekbir gibi her formunda eser vermiştir. Segah makamındaki Mevlevî Âyini, Beste-i Kadîmler ve Derviş Mustafa Dede’nin bayatı maka­mındaki âyininden sonra beşinci âyindir. Bundan başka Na’t-ı Mevlânâ, Kurban Bayramı Tekbir’i, Cuma Salası, ilâhi gibi eserleri en büyüğünden en küçük formuna kadar “taklidi kabil olmayan” eserlerdir. Bu eserler “mistik bir heyecanın, bir neşvenin seslendirilmiş en içten, en başarılı birer mahsulüdür.” Bir Kur­ban Bayramı tekbiri bile onu yalnız yaşadığı çağda değil, bugün de bütün islâm dünyasında bütün tazeliği ile yaşatıyor.

“Halil Can bir araştırmasında Itrî’nin padişahla Edirne’ye gittiğini ve kendisine bunun için yolluk verildiği­ni belirtiyor. Bu tarihte Derviş Mustafa Dede’nin Edirne Mevlevihânesi’nde bulunduğuna ve hayatta olduğu­na değindikten sonra, o yıllarda âyin sayısının dört olduğunu, okunan na’t’ı kimin bestelemiş olabileceği sorusunu sorduktan sonra “Belki de Itrî na’t’ı o yıllarda bestelemişti” diyor.

Bugün elimizde on tanesi dinî olmak üzere dört saz eseri ile muhtelif formlarda yirmi sekiz söz eseri bulu­nuyor. Dindışı eserlerininin bazıları şunlardır: Nühüft makamında peşrev ve saz semaisi, Bestenigâr Darb-ı Fetih Beste, Segah Ağır ve Yürük Semailer, Bayati Çenber Beste, Pençgâh makamında iki Murabba, Nikriz makamında bir başka Murabba, Nimsakîl Neva Kâr, Arazbar Muhammes Kâr, Irak Ağır Semai, Nühüft Ağır Semai, Hisar Murabba ve Semai, Buselik Murabba, Rehavi, Dügâh, Uşşak ve Isfahan makamlarından birer Murabba ile Rehavi ve Bayati peşrevleri v.b. Bu eserlerin çoğu bu yüzyılın başında Rauf Yekta Bey, Dr. Suphi Ezgi ve Sadeddin Arel gibi bilginlerimiz tarafından, o zamanlar hayatta bulunan eski mûsikîşinasların hafızalarından notaya alınmıştır.

Dindışı eserlerinin başında gelen neva makamındaki kâr’ı başlı başına bir sanat olayıdır. Bu eser onun olgun ve engin sanat anlayışının eşsiz bir örneği olarak klâsik mûsikî repertuarımızın başında gelir. Hattâ, eserin şöhreti daha sonraki çağlarda Divan Edebiyatı’nın bir mazmûm’u, bir esprisi haline gelmiştir. Enderûnlu şair Vasıf Osman Bey II. Sultan Mahmud’a sunduğu bir manzumede,

“Seninçün beslemiş güller bu günâgün ezhârı”
“Senin zevkin için meşk eylemiş bülbül Neva Kâr’ı”

der. Güfte,  Şark’ın en meşhur ve en lirik şairlerinden biri olan Şirazlı Hâfız’ın iki gazelinden alınan aşıkane yedi mısradır;  manâsını şöyle özetleyebiliriz:

“Ayş ve işret fidanı yetişiyor, gül yanaklı sakî nerede ?
Bahar rüzgârı esiyor, lezzetli şarap nerede ?
Her taze gül dâima bir gül yanaklıyı hatırlatmakta
Fakat, söz dinleyecek kulak, ibret alacak göz nerede ?
Muhabbet meclisinde başka güzel kokuya ihtiyaç yoktur.
Ey güzel nefesli sabah vakdi ! Sevgilinin mis kokulu zülfü nerede ?
Ey güzel ! Yüzüne örttüğün örtüyü kim çeker ?
Ey Cennet Kuşu (yâni sevgilim) sana yeni suyu kim verir?”

“Neva Kâr’ın beste yapısı kısaca şöyledir: Birinci Bend, Lâzime denen ve tekrar eden terennüm kısmı, ikinci Bend -ki bu da aynı melodidir ve yalnız güfte değişir- bundan sonra yine Lâzime, terennüm, Miyan Hâne denen kısım ve bunu takip eden muhtelif makam ve usûllerden ibaret çeşitli terennüm devreleri, sonra birinci Bend’in melodilerine intikal ve Lâzime terennüm kısmı ile son bulur.”

“Eser, önce neva makamının en kuvvetli ve çok işitilen devrelerinin etrafında dolaşıp toplandıkları nağ­meden, yine neva sesinden başlar; doğrudan doğruya makamın yine karakteristik bir nağmesi olan (Karar Perdesinde biter. Bundan sonra sıra ile bu iki ses etrafındaki dörtlü aralığın diğer sesleri ile tekrar neva per­desine doğru çıkar ve burada “Karar” duygusu veren bir “Asma Karar” yapar. Bu melodik devre Neva Kâr’ın muhtelif kısımlarında tekerrür eden tem, yâni ana fikirdir. Itrî bu melodi ile bize, neva makamının melodik karakterini âdeta bir çırpıda duyurabilmiştir. Burada başlayan melodi, tekrar karar nağmesi olan Dügâh perdesinden harekete başlar ve bu nağmenin oktavı, yâni sekizinci sesi olan Muhayyer perdesine çıkar ve tiz Çargâh’a uzanır. Bu perdeden tekrar pestlere doğru iner ve Çargâh’ta kalır ki, bu iniş tizden peste doğru bir Çargâh makamı modülasyonu, yâni geçkisidir.”

“Bundan sonra çargâh makamının dominantı ve rast makamının tiz karar perdesi olan gerdaniye perde­sinin şu iki hususiyetinden istifade ederek, yeni bir melodik hareketle rast makamı seyrini gösteren ikinci bir modülasyon yapar. Rast ve neva makamlarının müşterek dominantı, yâni en kuvvetli nağmesi olan neva perdesi üzerinde muvakkat bir duruştan sonra (Mülâzime-Terennüm), yâni tekerrür eden terennüm kısmına geçilir. Bu kısım dügâh ve muhayyer arasındaki sekiz ses içinde neva makamının melodik seyrini ve hususiyetlerini duyuran en ölçülü ve en hesaplı nağmelerle bezenmiştir. Burada neva üzerinde buselik makamı modülas-yonları bestekârın çok işine yaramıştır.”

“Kâr’ın ikinci bend’i aynı melodiler ve mülâzime ile tekrar edilir. Yukarıda da söylediğimiz gibi değişen ancak güftedir. Bu kısımlarda ritm, nim sakîl ritmidir ve ağırca bir tempo ile başlar. Sonra eserin miyanhâne kısmı gelir. Burada tem, hüseyni ve muhayyer sesleri arasındaki (dörtlü) üzerine nakledilmiş ve muhayyer perdesinin karar ve dominant perdesi olmak hususiyetlerinden istifade edilerek şehnaz makamına geçilmiştir. Bunu takiben Nim Sakîl ve Ağır Devrirevan usûlleri ile ölçülmüş terennüm kısımları gelir ki, bu kısımlarda ritm değişmelerinden, şehnaz ve hicaz makamlarının yakınlıklarından istifade edilerek her iki makamın seyirlerini gösteren çok güzel melodi devre ve cümleleri ibda edilmiştir.”

“Bundan sonra remel usûlü ile ve şehnaz makamından bestelenmiş bir kısım gelir. Bunu yürük semai usûlünde ve hicaz makamındaki terennüm kısmı takip eder. Burada güzel ve ustalıklı bir modülasyon vardır. Hicaz makamının karar nağmesinden pestlere doğru inen bir neveser geçkisi ve tekrar hicaz makamına dö­nüş… Sonra Devrikebir usûlünde ve yine aynı makamda bir terennüm kısmı daha gelir; sonra hicaz ve hüseyni makamlarının müşterek dominantı olan hüseyni perdesinden istifade edilerek hüseyni makamına ve çargah perdesinde muvakkat bir duruştan faydalanılarak, muhammes usûlünde ve saba makamında diğer bir terennüm kısmına geçilir. ( Saba (jçlüsü)nde icra edilen bu kısmın melodi figürleri biraz sonra çargâh-hüseyni üçlüsü içine maharetle nakledilmiştir. Bundan sonra işitilen melodi bend’lerde tekrar edilen melodidir. Bunu Mülâzime-Terennüm dediğimiz kısmı takip eder ve eser bu kısımlarla sona erer.”

“İşte Batılıların (Travay Tematik) yâni (Tema üzerinde çalışma) dedikleri bestekârlık yolu 280-300 sene, hattâ daha uzun seneler önce bizim mûsikîmizde başlamış bulunuyordu. Necil Kâzım Akses bir gün bana Neva Kâr’ın notasını rastgele katladıkça yeni yeni kontrpuan’lar ortaya çıkıyor- demişti.”

“Bunun gibi, (Gel ey nesim-i sabâ hatt-ı yardan ne haber?) güfteli ısfahan makamındaki beste’sinde, meyandan sonra gelen terennüm kısmı pek maharetli, pek ustalıklı ses motif ve desenleriyle örülmüş modülasyonlarla Itrî’nin bestekârlık kariyerine yakışır bir niteliğe büründürülmüştür.” Sözün kısası; “Neva Kâr, Segah Âyin, Rast Na’t gibi her biri kendi vadisinde birer şaheser olan eserleri dinlerken tutuşmayan zevk, titremeyen gönül tasavvur edilemez.”

EDEBÎ KİŞİLİĞİ

“Itrî’nin hayat ve sanatı hakkında bize bilgi veren kaynaklar, onun mûsikîşinaslıktan başka (şiir bahçe­sinde güzel sesli bir bülbül) olduğunu, Itrî mahlası ile nice eserler ve tertipli bir divanının bulunduğunu, şairler arasında isim ve şöhret yaptığını bildiriyor. Bu (tertipli Divan) bugün ortada yoktur. Fakat yazma mecmualarda na’t, gazel, şarkı, tarih manzumeleri, Nabî’nin bazı gazellerini tahmis, bazılarına nazire’leri vardır. Bütün bunlardan Itrî’nin de Divan Edebiyatının icabettirdiği bilgileri bilen, bu edebiyatın estetik ve esprisini anlamış, kavramış bir şair olduğunu öğrenmekteyiz. O da başkaları gibi, edebî kabiliyetini geçmiş zaman­lardan kendi zamanına kadar gelerek nazım alanında kök salmış nevilere göre geliştirdiği, his ve hay ellerle ördüğü mısralardaki, beyitlerdeki renkleri, desenleri o devrin modasına uydurmayı başarmıştır. Çünkü rengi, deseni başka türlü olan sözlere o zamanlarda kimse değer ve önem vermezdi. Itrî’nin bir şair olarak ye­tişmesinde, olgunlaşmasında çağdaşı Urfa’lı Yusuf Nabî’nin nüfuz ve tesirinin olduğu, onun manzumeleri üzerine tahmis etmek, nazire’ler söylemek yolu ile başkalarınkinden fazla eğilmesinden anlaşılır”

“Meselâ, Nabî’nin (Bülbül) redifti gazelinin beyitleri üzerine geçirdiği üçer mısra söyleniş tarzları, ma­nâ münasebetleri, düzen ve bağlanışları bakımından birbirlerini ne güzel tamamlamışlardır. ”

Berk-i gül-i gülzârı hıyâm eyledi bülbül
Gülşende yine ayş-i müdâm eyledi bülbül
Hasıl bu ki tahsil-i meram eyledi bülbül
Hûn-i dil-i mey, gancayi câm eyledi bülbül
Bezm-i gülü nâleyle tamâm eyledi bülbül

Dünyayı harab etse n’ola sıyt-ü sadâdan
Ol goncanın açıldığının işitti sabâdan
Uşşâka yine zemzemebahş oldu mevâdan
Her nâlede bir nahl-i güle kondu safâdan
Her nağmede tebdil-i makam eyledi bülbül

Taht-ı çemen olunca yine goncaya temlik
Ezhât-ı bahar eylediler cümlesi tebrik
Kasd etti ki rahat ola şeb-i târik
Gevhâresini gerçi nesim eyledi tahrik
Amma ki güle hâbı haram eyledi bülbül

Etmiş yine nûş-i arak-ı şebnem o nalân
Olsa n’ola divâne vü mecnûn ü perişan
Ol goncayı gördükte olub vâlih ü hayran
Etti sözün âmihte-i şekve-i hicran
Mest olmağile halt-ı kelâm eyledi bülbül

Terk etti dil ü dîde yine rahat ü hâbı
Itrî n’ola azm-i çemene etse şitâbı
Olmuş yine zencir-i cünûn gülşenin âbı
Dün geldi sabâ sahn-ı çemenden dedi
Nabî Hâk-i reh-i destura selâm eyledi bülbül

“Her müslüman gibi şair Itrîde Peygamber’e karşı olan sevgi ve saygısını şu manzume ile dile getirmiştir:”

Sayesi düşmez yere bir böyle nahl-i Tursûn
Mihr-i âlemgîrsin baştan ayağa nûrsun
Târik-i gülzâr-ı âlem, mâlik-i milk-i âdem
Münkirine mahz-ı matem, mü’minine sûrsun
Sensin ol Şeh kim Süleymanlar kapında mûrdur
On sekiz bin âleme hükmetmeğe me’mûrsun
El benim dâmen senin ey Rahmeten lilâlemin
Şöhretim isyan benim, sen afvile meşhursun

Padisah-ı evvelin ü kıblegâh-ı âhirin
Evvel ü âhır imam ül-enbiyâ mezkûrsun
Ya Resulallah umarım diyesin jtiz-i ceza
Gerçi cûrmüm çoktur amma Itrîye mağfûrsun

“Sofiyane bir nesve ile söylediği bir gazeli. Bu gazele Mevlevî Fasih ile Enis’in nazireleri vardır:”

Bakmazsa rûh-i dilbere a’-da safa nazar
Sen sun’-i Hak’kı eyle temâşâ safa nazar
Mihr u mehe bakar mı cemâlin gören dedim
Baktı dedi ol âyine-sima safa nazar
Tûtî-i âyine-dili ol sine şöyledir
Olsun hezâr bağda guyâ safa nazar
Dil nâzır-ı gubâr-ı derindir dedim, dedi
Caizse kühl-i dide-i bîna safa nazar
Dildar hal ü hatt-ı lebin göterip dedi
Hubb u gubar u bade müheyya safa nazar
Yoktur nazir hüsnüne birdir iki değil
Mislin görürse nerkis-i şehlâ safa nazar
Geh vasi ü gâh hicr ü gehi nuş u gâh nîş
Hal-i cihan böyle azizâ safa nazar
Bu nev zuhur sahid-i nazmın görüp eğer
Itrî nazire derse ehibbâ safa nazar

“Halk geleneğine göre şiir söylemek zevkinin Itrî’de, hattâ Nedim’den bile daha sade, daha samimî bir ifadesi vardır:”

Aşık oldum bin can ile,
Gözlerim doldu kan ile,
Geçti ömrüm hicran ile,
Terk eyledin âhir beni.

Kerem eyle dostum bana,
Dil ü canım verdim sana,
Bakmaz oldun benden yana.
Terk eyledin âhir beni.

Niçin yanıma gelmezsin.
Hatırım ele almazsın,
Semt-i vefayı bilmezsin.
Terk eyledin âhir beni.

Canıma kâr etti elem,
Cürmüm nedir, suçum bilmem,
Ben senin kurbanın olam,
Terk eyledin âhır beni.

Itrî’ye rahm eyle canım,
Nice demdir ki giryânım,
Nedir cürmüm a sultanım,
Terk eyledin âhır beni.